Halikarnas Balıkçısı
TEMEL DEMİRER
“Hayaletlere gönül vermiş
bir toz zerresi:
İnsan budur işte.”[1]
Deniz tutkunları kâinata meydan okurcasına haykırırlar: “Aganta burina burinata!”
Halikarnas Balıkçısı Cevat Şakir Kabaağaçlı’nın ünlü romanındaki gibi, denize açılırken son söz, son komut yerine geçer bu haykırış; Onu ve en çok ona yakışan, “Gerçek değerler bireyleri topluma, toplumları insanlığa bağlarlar,”[2] betimlemesini anımsatırcasına…
Ancak bu madalyonun “olması gereken” yüzüyken; ya olan mı?
“Halikarnas Balıkçısı unutuldu!” saptamasıyla bunun da yanıtını şöyle veriyor Doğan Hızlan: “Aklıma bir soru takılıyor: Bugün Balıkçısı ne kadar okunuyor? Özellikle genç kuşağın ona ilgisi nedir? Okul kitaplarında eserlerine yer veriliyor mu?
Bir zamanlar egzotik bir durak olan Bodrum, popülerleştikçe, Bodrum’un bilinirliği arttıkça Balıkçısı unutuldu! Geçmişi merak etmeyen günübirlik insanımızın hazin göstergelerinden biri bu! Balıkçısı ve dostlarının başlattığı Mavi Yolculuk, bugün amacından ve anlamından kaydırılmış, sadece bir gezi olayı olarak algılanıyor. Oysa Azra Erhat, Sabahattin Eyuboğlu, Melih Cevdet Anday gibi adların başlattığı bu yolculuk mitolojiyle, sanatla iç içe kültürel bir hareketti. Çünkü ne Balıkçısı ne diğer adlar sadece bir edebiyatçıydı. Türkiye kültürünün kaynağına dair bir görüşün sahibi, tezin savunucusu, dünya kültüründe Anadolu’nun etkisinin altını çizen adlardı…”
* * * * *
13 Ekim 1973’te kaybettik Halikarnas Balıkçısı’nı…
17 Nisan 1890’da Girit’te başlayan yaşam serüveni, Atina, İstanbul Büyükada, Robert Kolej, Oxford Üniversitesi, Roma Güzel Sanatlar Akademisi, Bodrum ve İzmir’de sürmüş; vasiyeti üzerine Bodrum-Gümbet Gönültepe’de toprağa verilmişti.
Babası tarihçi, yazar ve vezir Mehmet Şakir Paşa Girit’te yüksek komiserlik görevinde iken Girit’te dünyaya gelen Cevat Şakir’in annesi İsmet Hanım’dır. Baba tarafından Şakirpaşa Ailesi olarak tanınan bir Osmanlı ailesine mensup olup, amcası II. Abdülhamit’in sadrazamlarından Cevat Şakir Paşa’dır.
Çocukluğu babasının elçilik yaptığı Atina’da geçmiştir. 1904’te Robert Koleji bitirdi ve yüksek öğrenimini 1908’de İngiltere’de Oxford Üniversitesi Yeni Çağlar Tarihi Bölümü’nde tamamladı. 1913’te evlendiği İtalyan eşiyle İtalya’da kaldı. Bu sırada resim dersleri aldı, İtalyanca ve Latince öğrendi. 1914’te babası Mehmet Şakir Paşa, Cevat Şakir’in tabancasından çıkan bir kurşunla Afyon’da ölünce Cevat Şakir 14 yıl hapis cezasına çarptırıldı. Cezasının yedi yılını çektikten sonra yakalandığı verem hastalığından ötürü affedilip tahliye edildi.
1910-1925 arasında ‘Resimli Ay’ ve ‘İnci’ gibi dergilere yazılar yazdı; kapak resimleri, süslemeler, karikatürler çizdi. Zekeriya Sertel’in çıkardığı ‘Resimli Hafta’da Hüseyin Kenan takma adıyla yazdığı ‘Hapishane İdama Mahkûm Olanlar Bile Bile Asılmağa Nasıl Giderler’ başlıklı öyküden ötürü Ankara İstiklal Mahkemesi’nde yargılanıp; Bodrum’da 3 yıl sürgün cezasına çarptırıldı (1925). Bir buçuk yıl sonra cezası affa uğrayınca İstanbul’a dönmedi, çok sevdiği Bodrum’da kaldı.
Engin bilgisi ve kültürü, yüreğinden kopup gelen derin insan ve doğa sevgisi Bodrum’u beslerken, Bodrum da kendisine farklı ortamlar sunmuş; O, “Cevat Şakir” kimliğiyle sürgün geldiği Bodrum’da, “Halikarnas Balıkçısı”na dönüşmüştür…
Aydın olma sorumluluğuna yüreğini ve coşkusunu katınca Ege’den denize bırakılan her şey değer kazanmış, “Engin göklerin ülkesi Bodrum”u tüm eserlerinde dillendirmiş; kaygıyla geldiği yerden saygıyla ve sevgiyle ayrılmış; ne ki aklını ve gönlünü Bodrum’da bırakarak…
Bodrum’a geldiği ilk günü tanımlarken, “yüzüme serptiğim deniz suyu değil, özgürlük ve güzellikti” sözleri, aradığı mutluluğu nerede ve nasıl bulduğunun ifadesidir.
* * * * *
Zeynep Avcı’nın, “İnsanla-mekân arasındaki aşk ilişkisi, Cevat Şakir Kabaağaçlı’nın Bodrum’la kurduğu ilişki kadar çarpıcı, tutkulu olmamıştır. Önce o Bodrum’a âşık olmuş, besbelli. Düpedüz ilk bakışta aşk bu,” diye betimlediği tutkusuna ilişkin ‘Mavi Sürgün’ünün de şöyle derdi:
“Avluya girdim, sokak kapısını kapadım. Avludan denize açılan kapıyı açtım. Heyy! Açılan kapı birdenbire gözlerime ve gönlüme açık denizleri, kıyı ve adaları verdi. Batı göğünde günün ufka veda edişi turuncu ve kıpkırmızı çizgiler çekmişti. Onların üstünde Bodrum Kalesi kapkara bir siluet keskinliğinde yükseliyordu. Kıyıda beyaz evler pembeleşmiş, denizin mavisi de koyu menekşe olmuştu. Dalgalar eve doğru gelirken tepeleriyle güneşin son ışığını kapıyorlar, uçlarından kırmızı kırmızı kıvılcımlar savurarak kapının iki adım ötesini pembe köpükleriyle yalıyorlardı. Köpükle kapının arasında kum ve gümüş teller gibi parıldayan kuru yosunlar vardı.
Çocukluktan beri ilk defa çocuk gibi hıçkıra hıçkıra ağlayarak kapıya dizüstü çöktüm. Şiddetle hayret ettim. İçimde hayranlık! Gönül açıklığı! Şükran! Kıyamet kopuyor. Parmaklarımı yosunlara, kumlara daldırdım. Güzel dünyanın kumlarını, deniz çakıllarını, yosunlarını sanki inci, pırlantaymışlar gibi yüzüme, gözüme sürdüm, üstüme başıma avuç avuç akıttım. O deniz, o adalar güzellikte en aşırı hayalin cennet diye göz önüne getirebileceğinden bin kat daha güzeldi. Hele o berrak gök, uzaklıklarda ne uysaldı! Denizi, asma yapraklarının fısıltısını duyuyordum. Burada ölmeyecek kadar kuru ekmek ve suyla yaşamak mutluluğunu özlüyordum.
Dizüstü düşmek bir çeşit fırlamak, havalanmaktır. Babıâli Yokuşu’nun boyunduruğuna vurulmuş olan Cevat boş bir kalıp olarak yerde yığıla dururken onun ortasında -içinde sanki bir milyar kuş sevinçle cıvıldaşarak- Halikarnas Balıkçısı irkilip dikilmeye koyuluyordu. Yerde bir kalıp kalıyordu. Onun içinden başka bir insan kalkıyordu…
Üsküdar’dan altı ay önce ayrılmıştım. Oysa ki yalan! Yerden kalkan “Balıkçı” Üsküdar’dan binlerce yıl önce ayrılmıştı! Üsküdar çarşısından omuzları çökük olarak geçen adamdan ta o kadar uzaktı ki… Oydu ama tepeden tırnağa yepyeni…”
* * * * *
1926’dan sonra deniz hikâyeleriyle tanındı. Konularını Ege Bölgesi ve Akdeniz Bölgesi kıyı ve açıklarında gelişen, denize bağlı olaylardan çıkardı. İçinde yaşadığı, en küçük ayrıntılarına kadar bildiği hür ve asi denizi, kaderleri denizin elinde olan balıkçıları, dalgıçları, sünger avcılarını ve gemileri zengin bir terim ve mitologya hazinesinden güçlenerek, denize karşı sonsuz bir hayranlıktan gelen anlatımla hikâye ve romana geçirdi.
YAPITLARI | ||
HİKÂYELERİ | ROMANLARI | DENEMELERİ |
Ege Kıyılarından (1939)
Merhaba Akdeniz (1947) Ege’nin Dibi (1952) Yaşasın Deniz (1954) Gülen Ada (1957) Ege’den (1972) Gençlik Denizlerinde (1973) Parmak Damgası (1986) Dalgıçlar (1991) |
Aganta Burina Burinata (1945)
Ötelerin Çocuğu (1956) Uluç Reis (1962) Turgut Reis (1966) Deniz Gurbetçileri (1969) |
Anadolu Efsaneleri (1954)
Anadolu Tanrıları (1955) Mavi Sürgün (Anıları, 1961) Anadolu’nun Sesi (inceleme, 1971) Hey Koca Yurt (1972) Merhaba Anadolu (1980) Düşün Yazıları (1981) Altıncı Kıta Akdeniz (1982) Sonsuzluk Sessiz Büyür (1983) Çiçeklerin Düğünü (1991) Arşipel (1993) |
Yazı ve düşünceleriyle Azra Erhat gibi döneminin önemli aydınlarını etkilemiş bir kişi olarak, çeşitli dillerden yüz kadar da kitap çeviren Cevat Şakir Kabaağaçlı’nın yabana atılamayacak bir ressam olduğu, kendi eserlerini bazen resimlediği, çoğu kitabının kapak resmini yaptığı da bilinir.
1947 tarihli ‘Merhaba Akdeniz’, ‘Ege’nin Dibi’, ‘Yaşasın Deniz’, ‘Gülen Ada’ gibi eserleri Yeditepe’den yayınlanan ve Selim İleri’nin “Eşsiz bir hikâyecidir,” diye betimlediğidir O…
Behçet Necatigil de Ondan şöyle söz ederdi:
“Konularını hemen daima Ege ve Akdeniz kıyı ve açıklarında gelişen, denize bağlı olaylardan çıkardı. İçinde yaşadığı, en küçük ayrıntılarına kadar bildiği hür ve asi denizi, kaderleri denizin emrinde balıkçıları, dalgıçları, sünger avcılarını ve gemileri zengin bir terim ve mitologya hazinesinden güçlenerek, denize karşı sonsuz bir hayranlıktan gelen şiirli, yer yer aksayan, ama sürükleyip götüren bir anlatımla hikâye ve romana geçirdi.”
* * * * *
Manevi oğlu Şadan Gökovalı’ya vasiyetinde, “Mindos kapısı tarafında bir yere gömsünler beni, yanımda Hatice’ye de (son eşi) bir yer ayırsınlar. Sakın mermer, beton filan istemem ha… Bir taş bulun, uzunca bir taş, yazısız. Onu dikin mezarımın başına. Falanca oğlu filancaymış şu tarihte doğup şu tarihte ölmüşüm. Katiyen yazı istemiyorum, basit bir taş. Eh bizim tekne su almaya başladı. Şatafatı da sevmem, tepelere, deniz gören yerlere gömülmem şart değil. Nasıl olsa yattığım yerden denizi seyredemem, denizi ruhumda yaşatıyor gönül gözüyle her zaman görüyorum,” diyen Ona dair son sözü Ahmet Cemal’e bırakalım:
“Sürgün evinden denize kanatlanan ilk bakışları ile birlikte sürgüne gönderilmiş olan Cevat Şakir de bir dönüşümü yaşayacaktır. Oxford mezunu Cevat Şakir, Ege Denizi’nin bu ilk renk cümbüşü ile birlikte Cevat Şakir’liğini, Venüs’ün bembeyaz köpüklerden doğması gibi, bundan böyle Halikarnas Balıkçısı’nın kimliğinde eritecektir. Denizin uçsuz bucaksız maviliği, akşam saatlerinin mavi-kara yakamoz şölenleri ve nihayet erken sabah saatlerinin bir günü bin gün edebilen bereketi, Cevat Şakir’in hamurundan Ege’nin ve antikçağın büyük tarihçisi Halikarnas Balıkçısı’nı yoğuracaktır.
Balıkçı, Bodrum’un ilk adı ‘Halikarnas’ı boşuna adının bir parçası kılmamıştır. Sonradan hayatı boyunca savunacağı ve bilge öğrencileri Sabahattin Eyuboğlu ile Azra Erhat’ın da mayalarına katacağı bir tarih tezi, artık hızla şekillenecektir. Halikarnas, bir zamanların Cevat Şakir’i için tarihin sürekliliğinin, bir başka deyişle bu toprakların tarihinin sadece Cumhuriyet’le, Osmanlı’yla, Selçuklu’yla veya Bizans’la sınırlanamayacağının, fakat ancak antikçağ ve daha da öncesinden başlayıp bugüne uzanan bir bütün olarak ele alındığında gerçekçi bir tarih yazımı olabileceğinin güçlü simgesidir.
Böyle geniş yelpazeye yayılmış bir tarih görüşü, elbette ‘İliada’ ve ‘Odysseia’yı da Bizans’ı da, onlardan çok öncesini ve bütün sonrasını da bizim tarihimiz kılar.”[3]
6 Mayıs 2015 09:18:13, Ankara.
N O T L A R
[*] Ümüş Eylül Dergisi, Yıl:5, No:18, Ocak Şubat Mart 2016…
[1] E. M. Cioran.
[2] Afşar Timuçin, Aşkın Diyalektiği, Bulut Yay., 2002, s.67.
[3] Ahmet Cemal, “Halikarnas’tan ‘Sefalet Sokağı’na…”, Cumhuriyet, 14 Ekim 2013, s.17.
Temel Demirer
Gezginler Kulübü (www.gezginlerkulubu.org)