“Size bisiklet ve kadın hakkında ne düşündüğümü söyleyeyim: Bence bu dünyada hiçbir şey, kadınlara bisikletin verdiği kadar özgürlük vermemiştir.”
Susan B. ANTHONY / New York World Gazetesi, 1896
Gönül isterdi ki insanlar motorlu taşıtlar yerine bisikletle ulaşımı tercih etsin; bunların başını da kadınlar çeksin. Otomobil içinde kadın sürücü gördüğüm zamanlar aklımdan böyle bir hayal geçer; dünyada bisikletten başka hiçbir şeyin bana yaşatmadığı özgürlük duygusunu, yaşayamadığından içim burkulur. İki tarafınızdan akıp giden bir yolda, sonsuza doğru uçmanın tadı hiçbir hazineyle kıyaslanamaz. Ve bunu ancak bu memlekette dudak bükülen bisiklet ile gerçekleştirebilirsiniz. Oysa zarafet, ince ruh ve güzellik dünyada hangi teknoloji ve insanla bütünleşebilirdi diye sorsalar; bunu ancak bisiklet kullanan bir kadın tarif edebilir derdim.
Dünya nüfusunun yarısını oluşturan kadınların; insanı böylesine özgürleştiren bu özel icadı tanıması zor oldu. 19. yüzyıl başında kadınlar bisiklete ilk kez binmeye başladığında muhafazakâr kesim ayağa kalkmıştı. Ama sanayi devrimiyle birlikte özgürlükçü politikalar, kadınların çalışma hayatına girmesi, bisikletin ve kadının kavuşmasını hızlandırdı. Artık at arabasının yerini bisikletle yapılan geziler alıyor, hatıra fotoğrafları bile çektiriliyordu.
Şu anda bile çoğu kadının yapmaktan çekindiğini yapan; dünyayı gezen ilk kadın Annie Londonderry’dir (1870–1947). Üç çocuk annesi Londonderry, 1894’te New York’tan başlayıp Fransa ve Singapur’a ulaşan; 1895’te Amerika Boston’da son bulan dünya turuyla tarihe geçti. Bu olay zamanın gazetelerinde, “şimdiye dek bir kadının gerçekleştirdiği en olağanüstü yolculuk” olarak tanımlanmıştı. Kadınların elbiselerinden ayak bileklerinin bile görünmesinin ayıp sayıldığı bir dönemde bu spora başlayan cesur kadınlardan bir diğeri de, Alfonsina Morini’dir (1891-1959). İtalyan asıllı sporcu, 1924 yılında katıldığı Giro d’Italia ile adını duyurdu. Sansasyon ise yarışa erkek ismiyle katılmasıydı! Morini, zor şartlara rağmen 65 sporcu içinde 50. oldu. Şimdi ise bir efsane.
Türkiye’de kadınların katıldığı ilk bisiklet yarışının 1955’te gerçekleştiğini; ilk Türk kadın bisiklet takımının ise 1970’de kurulduğunu görüyoruz. Bu bilgiler kulağa hoş geliyor. Her ne kadar Türkiye’ye bu spor 19. yüzyılda ulaşmış ve kadınların katılması için en az 1955’e dek beklenmiş olsa da.
Etrafımdaki kadınlara bu kültürü sevdirme konusunda elimden geleni yapmaya çalıştım. Ancak öyle bir şey var ki bisiklet ve Türk kadını arasında. Bir duvar mı desek, ya da görünmeyen dikenli bir tel mi? Kendi tercihi olarak bu sporu yapmak şöyle dursun, bisiklete binme eylemi bile onlar için sakıncalı. Buna “mahalle baskısı” konusunu da kapsayan devlet politikasının sebep olduğunu düşünmeden edemiyor insan. Bisiklete başlarken ne kimsenin görüşünü aldım ne de yönlendirildim. Tek başına yollara çıktım. Çünkü bu dünyaya bir daha gelmeyecektim. İnsanlar bunun bir medeni cesaret gösterisi olduğunu düşünüyor. Başlangıçta hoşa gitse de bu aslında memleketimizin acıklı yanı.
Selenin üstünde her şey değişir. Yol aldıkça pedalları daha hızlı çevirir; çevirdikçe sonsuz bir evrende kanatlanan, özgür bir bilince dönüşmeye başladığınızı hissedersiniz. O andan sonra artık hayatın gerçekleri sizi ilgilendirmez. Bisikletim, beni yalnızca iki ay sonra katıldığım bisiklet yarışına götürdü ve bu tutku peşimi bırakmadı. Çocukken benden kaçırılan; tehlikeli diye mahrum kaldığımız bu muhteşem şeyin hayatımı çepeçevre sardığını gördüğümde geçmişte neler kaybettiğimi daha iyi anlıyorum. Bisikleti hayatının parçası yapmış kadınlardan ve ilerinin güçlü çoğunluğu olarak umut ettiğim azınlıktan olduğum için kendimi şanslı, aynı zamanda ayrıcalıklı sayıyorum.