Dünyaya kuzeyden bakıp güney yarımküreye geçince gerçeklik değişiyor, yüzyıllarca İspanyollar tarafından doğal zenginlikleri, Hristiyan misyonerler tarafından da kültürleri talan edilen Latin Amerika gerçeği karşımıza dikiliyor. Peru’ya adım atar atmaz da kolonyalist sömürüyle kazanılan Batılı zenginliğin bedeli her yerde hissediliyor.
Bir tarafı boydan boya Pasifik Okyanusu, diğer tarafında Amazon ormanları, ortasından ülkeyi ikiye bölen And dağları silsilesi uzanan, birbirinden lezzetli sebze ve tropik meyvelerin yetiştiği, güler yüzlü insanlar ülkesi Peru…
İspanyolların kurduğu başkent Lima dışına çıkıldığında, kuzeyden başlayıp Bolivya sınırındaki dünyanın en yüksek gölü Titicaca’ya kadar uzanan topraklar, göz alıcı doğal zenginliklerine rağmen yoksulluğu hüzünlü bir şekilde yansıtıyor. Verimli toprakları, tropik iklimin sunduğu beslenme seçenekleriyle açlık seviyesinde değil fakirlik. Bir tarafta gelenekle modernizmin arasında olmanın sıkıştırdığı, kolektif bilinçleri İspanyollara karşı bir tür nefret ile dolu bir halkın ve benzersiz bir coğrafyanın kültürel sefaleti, diğer yandan herşeye karşın umudun gücü…
Ülkenin Latin Amerika’nın ortak kaderini paylaşmasının yanında, yeryüzünün en kritik doğal ve kültürel zenginlik kaynaklarından Peru Amazonları da çeşitli tehditler altında.
Acımasızlığıyla bilinen İspanyol kaşif Pizarro’nun 500 yıl önce bu toprakları fethetmesinin arkasından, modern kapitalizm, şimdilerde Amazon’ları “medenileştirmeye çalışıyor.” Başta petrol sektöründe olmak üzere büyük şirketler yerli kabilelerin topraklarını binbir dalavereyle ele geçirirken, dünyanın akciğeri sayılan yağmur ormanlarının yok edilme tehlikesi giderek büyüyor. Diğer yandan ellerinde İncil, Hristiyan misyonerler, Amazon yerlilerinin ruhlarını evcilleştirmeye çalışırken aslında onların binlerce yıllık kültürlerini de yok ediyor.
Peru Amazonları, “medeniyet”in, ulaşmadığı, tehdit etmediği bir köşe kalmadığını da gösteriyor. Her türlü otantik, eşsiz, farklı olan sadece turistlerin tüketimine sunulmuş bir görüntü artık. Turizm sektörünün pazarladığı bu imajlarla her geçen gün yerli kültürler de para tanrısının batağına saplanıyorlar.
Kültürel asimilasyon sürerken, ilginç bir şekilde And-Amazon topluluklarında hala yaşayan binlerce yıllık bilgilere ilgi artıyor, Batılılar kaybettikleri“ doğa anayla bağlantı”nın izlerini bu topraklarda arıyor.
Şamanlarla Ayauhasca deneyimleri yaşamak, onların sahip oldukları sırları keşfetmek için antropologlar, misyonerler, meraklı turistler ve ruhsal yolculukta olanların dünyanın dört bir köşesinden Peru’ya akması Amazon ruhu için bir umuda dönüşüyor. Tüm insanlığın hizmetine sunulabilecek bu kadim bilgileri keşfetmeye çalışanlar için en ciddi zorluk ise yerlilerin zihin dünyasını anlamak.
And-Amazonlarında her türlü aktivitenin veya düşüncenin gerisinde, onları kollayan, özen gösteren, besleyen, bitkiler aracılığıyla oğullarına, kızlarına yardım eden gizemli, kutsal bir “Doğa Ana” var. Spiritüel liderleri şamanlar, “Master Bitkiler” adını verdikleri, bir tür lens görevi görerek gündelik realitenin ötesini görmelerini, farkındalıklarını artırmalarını ve de en önemlisi pek çok hastalığı iyileştirmelerini sağlayan çeşitli iksirler kullanıyor. Amazonlardaki şamanik kültürün en güçlü iyileştirici bitkisi hiç kuşkusuz Ayahuasca. Amazon boyunca çeşitli adlarla anılan bu bitki algı, duygu kapılarının açılmasına izin vererek, spiritüel bir yolculuğu mümkün kılan, bilinen en güçlü halisünatif madde olarak biliniyor. Giderek bir trend haline gelmesinin ötesinde, bilim adamları, araştırmacılar, bu bitkinin sırrını, içerdiği DMT molekülüyle zihni DNA seviyesine indirmek olarak tanımlıyor.
Bir diğer Master bitki de koka yaprağı. İnka İmparatorluğu zamanında kutsal sayılan ve aynı zamanda ekonomik bir değişim aracı olan koka yaprağı, Kolombiya’dan Ekvador’a, Bolivya’dan Peru’ya, Arjantin’e, Şili’ye yaygın bir şekilde kullanılıyor. Özellikle yüksek rakımlarda alınan koka yaprağı, ağızda çiğnendikçe yükseklik, açlık, soğuğu unutturan mucizevi bir bitki. Üstelik içerdiği sayısız mineral, bu bitkiyi etten, sütten daha güçlü bir besin maddesi yapıyor. Tabii akla, yaprakların işlem görerek, pek çok kimyasal maddenin eklenmesiyle elde edilen kokain geliyor hemen. Oysa doğal haliyle çiğnenen yaprakların sentetik, kimyasal bir uyuşturucu olan kokainle ilgisi hemen hiç yok. Peru Andlar’ında yaşayan Quechua’lar, belirli zamanlarda bir araya gelip, yaprakların birbirlerine hediye edildiği seromoniler düzenleyerek bu kutsal bitkiyle olan ruhsal ilişkilerini koruyor, ona saygılarını sunuyor, astımdan, hazım sorunlarına, çeşitli ağrılara kadar pek çok hastalıklarını da tedavi ediyorlar.
Beşyüz yıl önce, Amerika’ya ilk gelen Avrupalılar, yerlilerin dinsel ritüellerinde ve sağaltma/iyileştirme pratiklerinde kullandıkları saykodelik bitkileri şeytanlaştırmıştı; şimdilerde ise Ayahuasca ile ilgili farklı disiplinlerin başlattığı çalışmalar, Amazon bitkilerinin zihinsel sağlığa, fiziksel hastalıkları iyileştirme gücünü her geçen gün ortaya çıkarıyor. Bilimsel, teknolojik gelişmelerin insanlığın geleceğinde hakim rol oynadığı bir dönemde, kadim aşkınlık sanatlarının, iksirlerinin tekrar keşfedilmeye başlanması, giderek büyüyen bir ilgiye mazhar olması ironik bir durum gerçekten.
Batı’da hala uyuşturucu muamelesi gören, şamanlar tarafından her türlü fiziksel ve ruhsal kökenli hastalığı tedavi etmek amacıyla binlerce yıldan beri kullanılan ayahuaska, günümüz insanının evrenle, doğayla, özüyle ilgili ruhsal bağlantıyı kaybeden Batılılar için hala bir sır; Amazonlular için ise bilinç ve bilinçaltının buluşmasına yol açarak bedendeki ve zihindeki sorunların kökenlerine dalan “ruhun şarabı”.
Ahmet Buğdaycı