Yaz yaklaşırken hepimizin aklında kapalı ofislerden uçsuz bucaksız yerlere doğru seyahat etmek, dünyayı görmek gibi fikirler gelip geçer. Kimimiz maddi olarak uygun olmadığını söyleyerek kiminiz de sorumluluklarını bahane ederek dünyayı dolaşma, uzak diyarlara gitme hayalini erteler durur.
Başarılı kariyer yaşamını, kriz ekonomisinde zor bulduğu işini kaybetme, belirsizliğe doğru ilerleme fikri herkesi korkutur aslında. “Dünyayı gezmek mi? Ya sonra” dır hepimizi durduran.
Dünyayı dolaşma isteğinin üstünü örtmeyen cesur ve hayallerinin peşinden giden bir kadın Gülin Aköz ile yapılan söyleşiden bir ölüm aktarmak istiyoruz sizlere. Başarılı bir akademisyenken her şeyi bırakıp dünyayı gezme hayalini nasıl gerçekleştirdiğini, zincirlerini nasıl kırdığını, neler gördüğünü, neler yaşadığını anlatıyor…
Gülin Aköz ile yapılan bu keyifli sohbet ufkunuzu açabilir, kim bilir siz de bir seyyah olabilirsiniz.
Başarılı bir akademik kariyere sahipken neden dünyayı gezmeyi tercih ettiniz?
Ah bir bilsem!! Cehalet işte! Başıma bunların geleceğini düşünecek kadar kafam çalışsaydı yapar mıydım hiç!
Şaka bir yana, dünyayı gezme kısmı iyiydi de sonrası pek kolay değildi. Çoğu insan böyle uzun bir yolculuğa çıksa bile aynı işine, aynı yaşamına geri dönüyor. Ben dünya turu ile gündelik hayatıma sadece bir mola vermedim, onu radikal bir şekilde değiştirmenin ilk adımıydı bu seyahat benim için. Hayatımı yazarak kazanmak istiyordum. Meğer yazın dünyası hiç tekin bir yer değilmiş. Kurtlar sofrasında kuzunun yeri yokmuş. Aslında belki de “normal” hayat hep böyleydi de, ben 10 sene devlet memuru olarak korunaklı bir yaşamın ardından 2 sene de keyfe keder gezdikten sonra 30lu yaşlarımın ortasında “iş hayatı” denilen şeyin içine girmeye kalkınca ciddi yaralar aldım.
Neden dünya turu kısmına gelince… Sanırım hiçliğe karışma duygusu beni çeken. Herhangi biri olma. Kalabalıktan biri olma. Unvanlardan arınırken beklentilerden, etiketlerden, toplumun üstünüze yüklediği sorumluluklardan da kurtulma.
Benim için “Rahat batıyor” diyenler oldu. Evet, çok yalan değil sanırım. Aynılıktan, olağandan sıkılıyorum. Evde bir oturdum mu günlerce oturabilirim. Ancak bir süre sonra hareket zamanı geliyor.
Ayrıca bir gece yarısı dünyanın en alçak noktası Ölü Deniz’e giderken, yol kenarındaki taşlar -300 metrede olduğumuzu gösterirken fark ettim ki, burnumu önce belaya sokup sonra çıkarmaya uğraşmak da hoşuma gidiyor. O saatte orada otel, kalacak yer bulamayacağım söylenmişti ama aldıran kim?
Bir de “maymun iştahlı” diyenler var. O da çok yalan sayılmaz. Farklı şeyleri deneyimlemeyi seviyorum. Ama tabi dünyadaki tüm hayatları benim yaşamam mümkün değil. Ben de seyahat ederek olabildiğince çok yaşama dokunmaya, dokunamasam bile teğet geçmeye, yakından tanıklık etmeye çalışıyorum.
İnsanların çoğu hayatını sizin gibi değiştirmek istiyor ancak bunu bir türlü başaramıyor. Neden dersiniz?
Sanırım çoğu insan bilinmeyenden korkuyor. Günümüzün büyük şehirlerinde her şey düzen ve belirlilik üstüne kurulu. Seyahat ise aslında belirsizlik demek. Gerçi biz onu da acentalar vasıtasıyla turlar düzenleyerek, her şeyi kontrolümüz altında tutarak yapmaya çalışıyoruz.
Onun dışında, etrafımızdaki her şey aynı hedefi gösteriyor bize. Sahte ihtiyaçlar yaratılıyor ve onların peşinden koşturmanız gerekliliği pompalanıyor. Öte yandan, güvenli bir hayat aşılanıyor insanlara. Kendimizi çok önemsiyoruz. Başımıza bir şey gelecek diye önlem almaya çalışıyoruz, sigorta yaptırıyoruz. Oysa dünyanın geri kalan kısmında her gün sefalet ve acı içinde yaşayan milyarlarca insan var. Dünya bizim gibi eğitimli, iş imkânına ve modern teknoloji sayesinde her tür konfora sahip bir nüfustan ibaret değil. Biz de bilinçaltımızda bunu biliyor, küçük iktidarımızı kaybetme korkusu taşıyor ve o riske giremiyoruz.
Bu tür bir değişiklik yapmaları için neleri göz önünde bulundurmaları gerekiyor?
Vazgeçebilmeyi göze almaları gerekiyor, azla yaşamayı. Olumsuzlukları kabul etmeyi. Her zaman her istediklerinin olmayacağını. Sorunlara çare bulabilmeyi, bir yol çıkmaza vardığında alternatif yollar üretebilmeyi. Az gidilen yolda ilerlemeyi. Yol olmayan yerlerde yeni yollar açmak için kimi zaman insanüstü bir emek harcamayı. Kısaca, kolay olmayacağını göz önünde bulundurmaları gerekiyor.
Bugüne kadar nerelere gittiniz? Gitmek isteyip hâlâ gidemediğiniz yer nereler?
Çok yere gittim. Doygunluk noktasına ulaşacak kadar çok yere. Gitme fırsatım olmamış yerler de var tabi. Daha Hindistan ve Meksika eksik. Butan’ı çok görmek istiyorum. Vietnam-Kamboçya-Laos, Orta Amerika. Trans-Sibirya Ekspresi. Namibya, Botsvana, Ruanda.
Dünyada insanların ‘mutlaka gitmeliler’ dediğiniz 10 yer neresi?
Ben kimseye “mutlaka gitmeliler” demem. Herkesin içinden gelen şey farklı olabilir. Hatta hiç gitmemesi gereken insanlar da olabilir. Ancak bence Afrika çok öğretici. Ama tabi turistik hale gelmiş Tunus, Mısır, Fas gibi Kuzey Afrika ülkeleri ve hatta Güney Afrika bile değil, Kara Afrika denilen Orta Afrika’ya özellikle gidilip yaşanması gerektiğini düşünüyorum. Hayatın, endişelerin ve önceliklerin çok farklı olduğu bir dünyayı tanımak açısından faydalı. Bu kadar az şeye sahip olup da gülümseyebilmek veya en azından somurtmamak nasıl oluyor anlamak için önemli. Zaman kavramını kaybetmek için önemli.
Seyahat bir yeri, bir binayı, doğayı görmek için değil, insanların yaşamlarını görmek ve kavramlarını sorgulamak için yapılmalı. Hatta bence turlarda bile, o bölgedeki yaşama ait bir konu ele alınıp felsefe semineri haline getirilmeli.
Sorumuza cevap ver, illa 10 yer say diyorsanız, size önce çoğunluğa aykırı ve tuhaf gelecek yerleri sıralarım: Ermenistan, İran, Malavi, Etiyopya gibi. Nispeten daha standart yolculuk noktaları olarak Çin ve Butan derim. Klasik olarak da Arjantin, Brezilya, İspanya, Belçika’da Brugges.
Türkiye’de en beğendiğiniz ve gidilmesini önerdiğiniz yerler nereler?
Doğu Anadolu, Diyarbakır. Bunu da pat diye söyledim işte. Diyarbakır dünyanın en büyük şehir suruna sahip. Peki bunu kaç kişi biliyor acaba? Türkiye tanıtımlarında adı bile geçmiyor. Bu surlar başka bir ülkede olsa iki-üç kapıya birer biletçi konur ve çıkanlardan 10 Euro para keserdi. Daha doğrusu para basardı. Güneydoğu’daki hazine ve kültür az yerde bulunur.
Siirt’te bir yaylaya çıktık. Genelde bu tür tanımlar yapmam ama o dağların heybetini, sonsuza uzanan ovayı, ovanın içinden akan dereyi, bozkırdaki uçurumun kenarında durmanın hissettirdiklerini, gökyüzünün kasvetini tasvir etmeye kalksam eksik kalır; o nedenle klişe bir söz kalıbı kullanacağım: Muhteşem güzellikte. Peki insanlar gidebilir mi? Hayır. Neden? Çünkü korkuyorlar. Tehlikeli. Ama orası bizim. Bizim topraklarımız. Gitmesek de görmesek de bize ait olsun isteriz.
Bunların dışında, bir türkümüz vardır “Ünye-Fatsa arası…” Gittiğinizde türküye ilham kaynağı olmasına hak verirsiniz. Gerçi tüm Karadeniz sahili güzeldir. Özellikle de varma telaşıyla otobandan değil de, ağaçların gölgelediği ara yollardan gidildiğinde.
Bana böyle soru sorarsanız, alıp başınızı kimsenin pek gitmediği, adını bile duymadığınız yerlere gitmenizi öneririm size.
Yurt dışına çıkan biri nelere dikkat etmeli? Gideceği yere dair bilgiler edinmeli? Seyahat hastalıklarından nasıl korunmalı?
Esnek olmaya dikkat etmeli. Ve uyumlu olmaya. Her nereye gitmişse o ülkenin kurallarına göre yaşamaya.
İran’a gidiyorsam elbette başımı kapayacağım. Öyle bir yerde yaşamak istemem ama oranın kurallarını tartışmak, onlara kendi doğrumu dayatmak için gitmiyorum ben oraya. Nasıl yaşadıklarını görmeye gidiyorum. Onları anlayabilmek için gidiyorum. Küçük bir sahil kasabasında balık lokantasına gidip de “Neden içki yok? Balığın yanında bir birasız olur mu?” diye tartışan insanlar var. Bu yaklaşım bana göre değil. Nereye gidersem oraya uyarım.
Yabancı bir grupla Yozgat’taydık. Aylardan aralık. Misafirlerimiz viskiye koymak için buz istediler. Otelde buz yok. Hiç ihtiyaçları olmamış ki! Ama tabi hemen eş-dosttan, etraftan soruluyor. Otel çalışanlarının birinin ablasında var. Ama onun da “Ne yapacaksın?” diye soracağı tutuyor. İçkiye koymak için istendiğini duyunca da “Vay sen benim gibi hacı kadından içki için buz mu istiyorsun?” diye azarlıyor ve vermiyor. Ara tara yok. Yozgat’ta hiçbir yerde buz yok.
Misafirler ilk başta otelde buz olmadığını duyunca “Nasıl yani?” diye şaşırmış, buzu olmayan bir otel tuhaflarına gitmişse de “Burası da böyle bir yer demek ki” diye durumu olgunca kabullenmiş, içkilerini buzsuz içmekteler.
Ama otel personelinin arayışı sürüyor. En sonunda balkonunu süpüren bir teyze görüyorlar, ona seslenip soruyorlar, ve sürpriz! Buz bulunuyor.
Diyeceğim o ki… O insanları sizin içkiniz için buz vermeye zorlayamazsınız. Yani zorlarsınız da, hoş olmaz, yakışık almaz. Misafir, kendi evinde çok doğal karşılasa ve ihtiyaç olarak görse de gittiği yerde buz (Tabi burada buzu sadece örnek olarak kullanıyorum. Yerine göre bu sıcak su, akan su, beyaz peynir, çay, içki, saç kurutma makinesi vs. olabilir) bulunmadığını kabul edebilmeli. Hatta oteldekiler buz bulmak için çaba bile harcamayabilirlerdi. Hatta hatta en başta dışarıdan içki getirilmesine bile izin vermeyebilirlerdi. Ev sahibinin koşullarına ve kurallarına riayet etmek misafire düşer.
Ama tabi ideali bu olmalı. Misafir talepte bulunur. Ve sonrasını, bu talebi karşılayıp karşılamama kararını ev sahibine bırakır. Yargılamaz, eleştirmez, şikâyet etmez, baskı yapmaz, zorlamaz. Talepten sonra ilk adım karşı taraftan gelmelidir.
Ev sahibi de, kendisi yapmaz ve onaylamazken sizin isteklerinize saygı duyuyor ve size bu hizmeti sağlamak için çaba sarf ediyorsa bu taktir ediliyor zaten. Arada özel bir bağ kuruluyor.
Saygı da, saygısızlık da karşılıklı oluyor aslında. Eğer bir taraf kendini dayatıyor ve diğer tarafı kendine uymaya zorluyorsa bu ancak karşı tepki doğuruyor. Ve bugün dünyada yaşanan tüm sorunların kaynağı da bu bence. İnsanların kendi doğrularını, kendi yaşam şekillerini, algı ve inançlarını başkalarına dayatma istekleri.
Bence gidilecek yerle ilgili bilgi edinmemeli. Kendi yolunu kendi bulmalı. Diğer türlü herkesin gittiği yoldan gidiyor, hep aynı şeyleri yapıyorsunuz. Sadece yer değiştirmiş oluyorsunuz ama seyahatin heyecanı ve kazandıracakları yaşanmıyor.
Dünyada seyahat eden insanlar oldukça fazla fakat ülkemizde durum vahim galiba. Seyahat etmek çok pahalı bir şey mi sizce? Bir seyahati ucuza getirmenin yolları neler?
Paha, yaşam koşullarınıza bağlı bir kavramdır. Lüks ihtiyacı ile yaşamak için temel ihtiyaçlarla yetinme arasındaki farka dayanır. Sonuçta hayatta her şey bir seçimdir. Hayatınızdaki seçimleriniz de kimliğinizin göstergesi.
Tüketim tercihleri bir insan hakkında çok şey söyler. Çoğu kişinin araba alacak, ev alacak, son model televizyon, bilgisayar ve cep telefonu alacak parası vardır. Ama seyahat edecek parası yoktur. Kimi ise zamanı bahane eder. Ama bu bahaneyi kullananların, işyerlerine satacak zamanları vardır. Bir şirkete girip sabahtan akşama çalışır, hayatlarının hazinesi zamanlarını satarlar. Elbette ki yaşamımızı sürdürmek için çalışmaya ve paraya ihtiyacımız var. Acı olan şu: Çoğu insan yukarıda saydıklarımı satın alabilme uğruna satıyor zamanını. Ve hayatta gerçekten istediğinin ne olduğunu düşünmeye vakti bile kalmıyor.
Ucuza getirmek istiyorsanız bir yere toptan gideceksiniz. Yani uçakla atlayın gidin Hindistan’a; oradan kara yoluyla Bangladeş, Burma, Laos, Vietnam, Kamboçya, Tayland, Malezya, nereye uygun koşullarda otobüs-tren buluyorsanız devam edin. Biraz da lüksünüzden, konforunuzdan kısın. Kesinlikle ucuza gelecektir. İçki sigara çay kahve gibi zararlı alışkanlıkları da bırakıp en kadim içeceğimiz suyun kıymetini bilirseniz de masraflarınız iyice azalır.
Seyahate çıkarken mutlaka alınması gereken eşyalar neler? En çok neler gerekiyor?
Maalesef günümüz dünyasında pasaportsuz seyahat edilmiyor. Ben çantamda mutlaka yarım litre su bulundururum. Özellikle gereken bir şey yok. Bugün her yerde her şey var. Ama tabi belli temel ilaçları yanınızda bulundurmakta fayda var. Ben hep bir polar hırkayı belime bağlar gezerim. El çantamda bir çift çorap da bulundururum. Sırt çantamda ise yağmurluk, çakı, ayna, sabun, tuz, şeker, iğne iplik gibi şeyler de bulunur.
Türkiye dışında bir ülkede yaşayacak olsaydınız nereyi seçerdiniz?
Bir zamanlar “Dünyanın herhangi bir yerinde var olabilirim” diye iddialı bir cümle kurmuştum. Olurum da…
Ama bu soru benim için biraz eksik. Ne kadar süreliğine?
3-6 ay gibi bir süreliğine ise Asya, Afrika veya Güney Amerika’daki herhangi bir ülkede, İtalya ve İspanya’da veya Malta, Sicilya, Karayipler olsun, bir adada yaşamak isterdim.
Daha uzun süreliğine ise Türkiye dışında bir ülkede yaşamayı seçmem. Tabi bu, Türkiye’nin çok harika ve yaşanılası bir yer olmasından kaynaklanmıyor. Ben ömrümü tek bir yerde geçirmek istemem. Ancak sonuçta bir yerin merkez olması gerekiyor; onun da doğup büyüdüğüm, anadilimi konuştuğum, ailemin ve en çok tanıdığımın yaşadığı yer olması çok doğal.