Kaçkarlar’da Kaybolan Patikalar

Teknolojinin hayatlarımızı esir aldığı modern zamanlarda en büyük sığınağımız doğa hiç kuşkusuz. Ben doğanın en güzel seyir noktalarından birinde, Fırtına Vadisi’nde yaşıyorum. Fırtına’da yaşamın döngüsünü belirleyen en önemli aktivite yürümektir. Çünkü yürüdüğünüz zaman keşfedersiniz doğayı burada. Yürümenin buradaki en güzel karşılığı ise eski patikalardır. Bu patikaların bir kısmı köylere yakın yerlerde orman içlerinde yer alırken, kimileri de yüksek dağ eteklerindeki yaylaları birbirine bağlar. Bir kısmı ise 3 bin metrenin üzerindeki buzul göllerine ve Kaçkar zirvelerine çıkarken kullanılır. Patikalar sadece üzerinde yürüdüğümüz, sıradan bir yol değil elbette. Eski zaman hikâyelerinin yaşandığı, eski yaylacıların ayak izlerini bıraktığı yerler oraları. Ormanların gizli tanıkları, sırdaşları patikalar. Mantarların yoldaşı, eğreltiotlarının sığınağı, ağaç köklerinin ev sahibi. Ne derseniz deyin, patikalar geçmişteki yaşanmışlığın tüm izleri bir bakıma.

Benim için düş patikalarıyla buluşmanın en güzel yanı yaylamız Pokut’a gitmekti. Pokut Yaylası Makrevis, Ortan ve Pogina köylülerinin ortaklaşa kullandığı, 2100 metre yükseklikte bir yayla. Biz de yaylada bulunan evimize ulaşmak için sabah erkenden yola çıkardık. Çünkü yaylada elektrik olmadığından gündüz gözüyle her şey ayarlanmak durumundaydı. Sabahın mahmurluğunda ilk etapta zor olsa da belli bir mesafe kat ettikten sonra şölene dönüşen yolculuğun en güzel taraflarından biri buz gibi pınarların yanı başında mola verip, evde hazırlanan kumanyayı tüketmek olurdu. Genellikle sabah pişirildiği için sonradan buz gibi olan yumurta, domates, salatalık, ekmek, bazı yolcularda da karalâhana sarması o eşsiz bileşimi tamamlardı. Tadını başka hiçbir şeyde bulamadığımız bu ayinsel yemekten sonra yollara koyulurduk. Asırlık çam ve gürgen ağaçlarının arasından yukarılara doğru tırmanmak zor olsa da yer yer düzleşen orman patikaları bir nebze olsun yorgunluğumuzu atardı.

Bu yolculuğun bittiğinin işareti Pokut’a artık yarım saat mesafedeki Pilunçut Hanı’na ulaşmış olmamızdı. Pilunçut Hanı, çok eskilerden kalma ve bir zamanlar neredeyse Palovit Vadisi’ndeki yaylalara giden 20’ye yakın köyün uğradığı bir yolgeçen hanıydı. Pilunçut’a vardığımızda artık dizlerimizin bağı çözülmüş olur ancak bir sonraki tepenin ardından yaylamıza kavuşacağımızı bilerek adımlarımızı hızlandırırdık. Pilunçut düzlüğünü geçtikten sonra sağ tarafta kalan Sal Yaylası’nı doyasıya izler, kendi yaylamız olan Pokut’a doğru yol alırdık.




Bir taraftan yaylaya ulaşma azminde insanlar, öbür taraftan onlara ayak uydurmak zorunda olan hayvanlar. Ama her ikisinin de kesişim noktası yayla özgürlük demekti. İnsanlar hiç olmadığı kadar mutlu olur, hayvanlar hiç olmadığı kadar özgürce salınırdı Pokut’ta. Bazı evler erken göç edenler sayesinde açık olurdu. Sonradan gelenler büyük bir sevinçle karşılanır, çaylar içilir ve eve geçilirdi. Hayvanlar otlarken, çocuklar özgürlük sarhoşluğuna erkenden kapılırlar ve kendilerini geniş düzlüklere atarlar, yaylacı kadınlar da evi kalınacak hale getirmek için çalışmalara tez elden başlardı. Böylesi bir ilk gün telaşı ve yorgunluğu, gece lambasının ışığında gözlerin kapanmasıyla son bulurdu. Ertesi gün, hayvanlar sağıldıktan sonra ahırdan çıkarılır ve tüm gün boyunca otlayacakları yere yollanırdı. Onların mesaisi böyleydi çünkü. Çocuklar gevezeliklerinin tadını çıkarmak için yaylada dolaşır, komşulara uğrar, belki bir şeker alarak gününü geçirmeye bakardı. Kadınlar ise her zamanki gibi evde. Pokut’ta hayat böyleydi yaz aylarında. Vartevor denilen zaman gelip çattığında ise, gece yaylanın seçilen bir evinin ahırında tulum eşliğinde horonlar oynanır, birlikte olmanın güzelliği türkülerle yaşatılırdı…

Horonlarda genç kız ve erkekler birbirlerini beğenmişse, türkü atılır, sonra “sevdalık” başlardı. Maşallah dibi denilen horon halkasının ortasında oturan çoğu yaşlı kadın ise, genç kız ve erkekler arasındaki beğeniyi kendilerine malzeme etmekten büyük keyif alırlardı. Balcılıkla uğraşan erkekler, Pokut’a iki-üç saat uzaklıktaki Palovit Vadisi içinde yer alan Meğo meşesine iner, oradaki karakovanlarını kontrol eder, eğer bal varsa “sağım”larını yapar ve sepetlerle balları yaylaya getirirlerdi. Çocukken dedemle birkaç kez Meğo meşesine gittiğimizi ve dönüşte hayatım boyunca tadını ve rengini unutmadığım beyaz balı Pokut’a getirmiştik. Güzel zamanlardı.

Sonra zaman hızla geçti; birkaç yıl evvel yapılan araç yolu ile anlattığım masalsı ritüel sona erdi. Artık yaylaları tatil için kullanmaya başlayan, o patikalara sırtını çeviren, hatıralarına bile dönüp bakmayan bir toplumun yarattığı tabloyla baş başa kaldık. Nasıl olurdu da bunca zaman insanlara yoldaşlık etmiş bu kadim patikalar kaderine terk edilirdi? Bu sorunun cevabı kendimizde saklı çünkü hemen her yere araçla gidiyoruz, belki çok sevdiğimizden değil ama zamandan kazandırdığı için.

Araç servisiyle Amlakit Yaylası’na doğru yola çıktık. Üç-dört saatlik sallantılı bir yolculuğun ardından yaylaya vardık. Amlakit, yayla olarak güzel bir konuma sahip ama yeni yapılan evler ve içinden geçirilen araç yoluyla garabete dönme potansiyeli oldukça yüksek. Deredüzü denilen mevkide toplanmış kalabalık belli ki, köye verdiği siparişlerini ya da gelecek akrabalarını bekliyor. Kısa süreli bir hoşbeşten sonra biz de yaylanın kahvesine geçip, sohbete başlıyoruz. Bulutlar belli belirsiz Tatar Dağları eteklerine doğru akmaya başlayınca, yemekten sonra hareket vaktinin geldiğini anlıyoruz. Aşağıya doğru araç yolundan belli bir mesafeyi geçiyoruz, hoyratça açılmış bir yol derin ormanlara kadar olan patikanın üzerinden geçmiş haliyle ve hatıralarıyla birlikte her şeyi yok etmiş.
Yayla gençlerinden Murat buruk bir sevinçle, “En azından Pelaz’ın suyunu kurtardık” diyor. Yanından koskoca araba yolu geçen bir suyun kime ne faydası var diyorum içimden ama yaylacı için sembolik anlamı büyük belli ki, bu şartlarda kurtarılmış olması büyük nimet deyip yola devam etmekten başka çare yok. Aşağılara doğru yürüyoruz ve belli bir mesafeden sonra ırmağı geçip patikaya kavuşuyoruz nihayet. Eğreltiotları ve ormangüllerinin yolu her an istila etmeye hazır halleriyle başlıyoruz düşlerimizin peşinden koşmaya. Yollar gayet temiz, dingin ve rahat. Asırlık ağaçların arasından kâh dik kâh düz bir biçimde sessizce yürüyoruz, bazen de boz ayılara orman içinde olduğumuzu haber vermek için haykırıyoruz. Orman içinde devrilmiş ya da kurumuş ağaçları görünce üzülüyoruz elbette, kim bilir nelere tanıklık etmişti bu anıtlar? Yolda yamaçlardan gelen suları da kana kana içip son düzlüğe ulaşıyoruz, dağlar bütün heybetiyle karşımızda. Ardından Hazindak (ya da Hazindağ) Yaylası’na varıyoruz.

Evlerinin dizilimiyle Kaçkarlar’ın en güzel yaylalarından biri o. Ahşap işçiliğinin bu metrede bile estetikten taviz vermemesinin en güzel örneği buradaki yüzyıllık evler.
Hazindak’ta kısa bir molanın ardından tekrar yola koyuluyoruz fakat bu sefer izleyeceğimiz bir patika yok. Yıllar evvel köylülerin büyük bir hırsla ve inatla yaptırdıkları ve kadim patikaların, eski göç yollarının üzerinden geçen ve şimdilerde kendilerine de yaramadığını söyledikleri araç yolundan yürümek durumundayız. Bu patikanın bazı yerlerde yol planından ötürü kurtulduğunu ama büyük bir bölümünün yok olduğunu biliyoruz. Elle döşenmiş taş yolların da olduğu, doğal yaşlı ormanların ve zengin bir floranın içinden geçilerek yürünen bu patikanın tarih olması çok trajik. Yol bütün dokuyu o kadar zedelemiş ki, yürüdüğünüzde hiç keyif almıyor aksine yoruluyorsunuz, oysa burada o eski patika olsaydı yürümenin tadına doyulmazdı. Uzunca bir süre sonra Ehnedap’ın düzlüğüne kadar varıyoruz, burası artık Pokut sınırında ve yaylaya oldukça yakın. Oradan bir alt patikaya giriyor ve ormanın huzuruyla baş başa kalıyoruz nihayet. Kırmızı şapkalı mantarlar ormanın içinde yan yana dizilmişler, yürüyüş esnasında karşımıza çıkıyor ve bizi de görün diyorlar sanki.  Ormanın içinde kuş sesleri eksik olmuyor, biz yürüdükçe keyif katıyorlar. Tanevid düzüne geliyor ve artık yaylayı selamlıyoruz.


Sabah kahvaltı sonrası yola çıkıyoruz, bu sefer yaklaşık 17 yıldır kullanılmayan, kullanılsa bile en fazla 20-30 maceraperestin gittiği eski orman patikasına dalıyoruz. Sal Yaylası’nın hemen yanından eski yola doğru yöneldiğimizde yamaçlarda otlayan inekler ve onlara çobanlık eden yaylacı halayı görüyoruz. Hala bizi yabancı sanıp, “Burayı da nereden buldular” diye söylenmeye başlıyor, ben gülerek yanından geçiyorum, onun anladığı dilden “Eyi gunler hala” deyince anlıyor durumu, “Yoluğuz açuk olsun” diyor.

Patika yürüdükçe bizi içine çekiyor sanki, biraz sonra geniş bir çayırlığın ortasındaki Pilunçut’a varıyoruz. Yıllar evvelinin şenlikli düzlüğünde bir han var, sahipleri eskisini yıktırıp yenisini yaptırmış ama kimse gelip geçmediği için o da kapalı. Yanından geçip, artık iyice vahşileşen ormana giriyoruz. Bir zamanların 10 kadar yaylanın göç yolu olan patikası artık iyice kapanmış ve zamana yenilmiş. Elimde “muçula” dediğimiz keski aletiyle bir taraftan huzurla bir taraftan da hüzünle boyu metreyi aşmış yabani dikenleri aça aça gidiyorum, ardımda ekip takip ediyor. Zaman zaman devrilmiş ağaçların üzerinden atlıyor, bazen de kumarların arasından kaya kaya yolu bulmaya çalışıyoruz. Patikanın büyük bir bölümünü eski deneyimlerden hatırlıyorum, yoksa ilerlemek mümkün değil.

 

Uzun bir moladan sonra Kayabaşı’ndayız. Kayabaşı, yolun yarısı demek. Orada bir hayrat suyu var ama havuzu kırılmış. Geriye kalan hüzünden başka bir şey değil. Patikayı Konaklar’da değil Habak köyünde tamamlıyoruz. İlginçtir, Konaklar Mahallesi’ne çıkan patika neredeyse kapalıyken Habak köyününkü hâlâ açık, sanki kullanılıyormuş gibi. Geriye dönüp bakıyoruz, dağları ardımızda bıraktık, zorlu ama güzel bir kadim yoldan yürümenin verdiği hazla hikâyemizi anlatmak için merkeze iniyoruz. Herkes merak ediyor, patikayı soruyor, bildiğinizden daha kötü durumda diyoruz üzülerek ve şu temenniyle bitiriyoruz: “Patikalarımızı açalım, insanlar yürüsün, o hikâyeleri o patikalarda dinlesin ve yaşasınlar…”

YAZI: Uğur  Biryol/ Atlas Dergisi

FOTOĞRAFLAR: Selcen Küçüküstel

Gezginler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir