” Hayatını planla, amaçlarını gerçekleştir, hayattan ne beklediğini bil, hiç bir şey seni yolundan alıkoymasın, azim ve disiplin sayesinde yapamayacağın şey yoktur, bunu başaracak yeteneğe kesinlikle sahipsin”…
Bu sözler böyle sürüp gider. Bütün kurum ve insanlar, bizim bir takım amaçlara sahip olmamızı isterler. Amaçlarımız aracılığıyla da üzerimizde denetim kurarlar. Biz, davranışlarımız çevre ile diyaletik bir ilişki içinde kendiliğinden evrimleşip yepyeni ve beklenmedik davranışlara yol açmasını beklemek yerine, davranışlarımızın niteliğini amaçlarımızın belirlenmesine izin veriyoruz. İnsanın belirgin amaçlar peşinde koşması askeri bando mızıkaya ayak uydurarak yürümeye benzetilebilir.
Biz belirli amaçları izlemek, sabit hareketlerde bulunmak üzere yaratılmadık. Sabit davranışlar, denetim duyguları ile birlikte yaşantımızı kendimiz yönettiğimiz, kendi gemimizin kaptanı olduğumuz şeklinde bir anlayışa götürür.
Evet hayatımızı yaşıyoruz. Ama onu yönettiğimiz doğru değil! Bir dakika sonra hayatta olup olmayacağımızı etkileyen binlerce insan binlerce olay var. Geçmişe bugünden baktığımızda, sanki biz onu önceden planlamış ya da bu yeri önceden belirlemişiz gibi koşulları ve edimleri seçmişiz gibi gelir bize.Oysa bulunduğumuz yerde neden bulunmamamız gerektiğini açıklayacak milyonlarca sebep de bulabiliriz.
Oysa, değişiklik tohumunu, bambaşka bir şey yapma potansiyelini içimizde taşırız. Irmağı geçerken bile at değiştirebiliriz pekala; böyle yapılmaz diyorlar diye bundan çekinmemeliyiz. Daima olasılığa açık tutmalı insan kendini; böyle bir olasılığın varlığına karşı uyanık olmalıyız. Ömür boyu belirli türde bir faaliyet de bulunabiliriz tabii. Ama bu sabit bir hedef olarak seçilmemeli. Giriştiğimiz faaliyetler hayata açılan yollardır sadece; hayatın güzelliği ve gizemi ile ilgili deneylerdir.
Vazgeçerek, tarifeye göre yol alan bir tren ya da ikmal yapmak için duraklayan bir yarış arabası gibi hayatı yaşamadan tüketmek pahasına hedeflerine varan bunca insan görmek üzücü. Çok amaçlı yüzyılın insanında dürtü var, ama derinlik ve yoğunluk yok.
İnsan insana ilişki kurmak yerine, giderek amaçlarımız, mesleki etiketlerimiz profesyonel kişiliklerimiz aracılığıyla ilişki kuruyoruz. İlişkilerin niteliklerini belirleyen, bireysel kişilikler değil karşılıklı çıkar, güç dengesi tarafından belirlenmiş yakınlıklar.
Kendimizi olduramadıklarımız ile hırpalamak yerine, hayatın akışına bırakarak kendimize varabiliriz ancak. Kendini kaderin rüzgarına bırakmak değil bu. ASLA.
Yola çıkmadan önce ihtiyar denizciyle konuşur gibi rüzgarlara kulak verip onları tanır, yelkenle tekneyi hazırlar. Sonra da engin DENİZ. O zaman bile başka düşlere, değişikliklere, koşullara açık tutmalı rotayı. Şu önceden kestirilebilir yaşamlarımız insan ruhuna bir hakaret değilse nedir?
Nazım Hikmet’in dediği gibi ” Bir çocuk gibi şaşarcasına bakarak yaşamak” varken nasıl sabitlenir? Neden hapsedilir yaşam?
Gündüz Vassaf – Cehenneme Övgü Kitabından