Barış Kenti Antakya

Bazı kentler vardır ki, oraların adını duymak bile içimizi ısıtır. Bazıları da var­dır ki, oraya adım atmakta zorlanırız. Antakya, içimizi ısıtan kentlerin başında yer alır. Bunun nedeni bir değil, birçok­tur. Musa Dağı, Keldağı, Saman Dağı, Amaños Dağı, Habib Necear Dağı bahar­da çok güzel görünür. Çünkü bu dağlar, rengârenk çiçeklerle sarmaş dolaş olmuş­lardır.

antakya

Akdeniz’in okşadığı kumsallarda, kum zambakları beyaz gelinlik gibi uçuşmaya tam bu ayda başlar. Denizkaplumbağaları, gözyaşları dökerek bu mevsimde kumsal­lara yumurtalarını eker. Göçmen kuşlar, uzak Afrika’yı aşıp Antakya üstünden geçerek Anadolu’nun dört bir yanındaki yuvalarına bu aylarda kanat çırpar. Asi Nehri, bahar başında gürül gürül akar. Bu nehir Amik Ovasının asırlardan beri dostudur. Birbirlerine çok yakışırlar.

Bu kent bir barış kentidir. Asırlardan beri farklı inanışta ve farklı kültürde olan insanlar barış içinde, kavga dövüş etme­den huzur içinde yaşar. Sünniler, Aleviler, Katolikler, Ortodokslar, Süryaniler… Hatay’da birinin diğerine dinini, mez­hebini sorması çok büyük bir ayıp. Bir yanda camiler, diğer yanda kiliseler, öte yanda cemevleri. Kolkola yola çıkan iki hemşeri, sadece ibadet yerinin kapısında ayrılır. Sadece son yıllarda ezan sesinin arkadaşı olan çan sesi artık duyulmaz olmuştur.

Oysa burası, Hıristiyanlığın Kudüs dışında yayıldığı ilk kenttir. İsa’ya inan­lara ilk kez burada Hıristiyan dendi. Bu konu, İncil’de “Resullerin İşleri” bölü­münde şöyle anlatılır: “Ve şakirtlerin Hıristiyan diye çağrılması Antakya’da oldu.” Hıristiyanlığın ilk toplanma yer­lerinden biri olan Aziz Pierre Mağarası/ Kilisesi de burada. İsa’nın havarisi Aziz Petrus, bu mağarada vaaz verdi. Papa 6. Paul burayı hac yeri ilan etti.

Dosya:Antioch Saint Pierre Church Front.JPG

Eğer Antakya’nın geçmişi hakkında bilgi sahibi değilseniz, eski kentin yoksul görüntüsü sizi yanıltabilir. Buranın bir zamanlar yarım milyon nüfusu ile Roma imparatorluğunun üçüncü büyük kenti olduğu aklınızın ucundan bile geçmez. Antakya’nın bir armağan kent olduğu­nu da belki bilmezsiniz. İÖ 4. yüzyılda Amaños ve Habib Necear dağlarının ara­sındaki ovada bu kenti kuran Suriye Kralı I. Seleukos’un, buraya çok sevdiği babası Makedonyalı soylu Antiokhos’un adını koyup, ona armağan ettiği de gözünüz­den kaçmış olabilir. Dahası, biraz önce kıyısında yürüdüğünüz Asi Nehri’nin, buradan 29 kilometre uzaktaki gemileri bir zamanlar Antakya’ya taşıdığını hayal bile edemezsiniz. O devirde Antakya’da yaşayanların zengin, mutlu, asil bir halk olduğuna inanmakta zorlanırsınız. Tüm bunları bilirseniz daracık sokaklarda, yıkılmamak için yandaki komşusu­na omuz vermiş eski evlere başka türlü bakarsınız.

Antakya’ya gidince, Mozaik Müzesini görmeden dönmek olmaz. Burada sergi­lenen antik Roma’ya ait mozaik döşeme­ler insanın aklını başından alır. Bunların içinde en ünlüsü “Yakro Mozaiği’dir.Bu mozaiğin kenarlarında, Antakya’nın Roma devrindeki kent yaşamından tas­virler yer alır.

Antakya’nın yanı başındaki Harbiye ise birçok efsaneye kaynaklık eden yeşil bir vadidir. Onu gözleriyle gören antik döne­min önemli coğrafyacısı Strabon şöyle anlatır: “Fıskiyeli çeşmelerle bölünmüş sık ağaçlıklı büyük bir koru, orta yerinde bir şifahane ile bir Apollon ve Artemis tapı­nağı var. Burada Antiokheialılar ve çevre kentlerin halkları kutlama yaparlar.”

Antik dönemdeki adı Daphne (Defne) olan Harbiye, bir zamanlar Efes ile boy ölçüşecek bir ihtişama sahipmiş. İÖ 40 yılında Roma İmparatoru Antonius ile Kleopatra muhteşem bir törenle burada evlenmişler. Roma İmparatorluğunun gözbebeği ve haz mekânı Daphne’den bugüne sadece mozaikler, parçalanmış sütunlar kaldı. Tabii bir de antik döne­min güzeller güzeli Daphne’nin dönüştü­ğü defne ağaçları ve Daphne’nin gözyaşlarından oluşan şelale duruyor.

Antakya’daki antik efsaneler anlat­makla bitmez. En iyisi oraya gidip baharı solurken asırlar öncesini düşlemektir.

Mehmet Yaşin

Gezginler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir