Anlatılan Senin Hikayendir, Hasan Dayı…

Yedi yaşında kimsesiz kalınca doğaya sığındı. Bir daha da geriye dönmedi. Dedesinden kalan mendil kadar tarlada ürettikleriyle kırk yıl bölge köylerini besledi. İşte Toroslar’da küçük bir çocukken sığındığı doğanın dilini çözerek kendi kendine yetmenin kitabını yazan Hasan Dayı’nın inanılmaz öyküsü…hasan-dayı

Yıl 1914. Antalya, Isparta ve Konya’nın coğrafi sınırlarının kesiştiği bir bölge. Torosların en güzel yaylalarını, dağlarını barındıran bir coğrafya. Tota, Kuyucak ve Dedegöl dağlarının ortasında derin bir vadi. Vadinin tam ortasından kıvrıla kıvrıla akan nehrin adıyla anılan Yukarı Köprüçay Havzası. Yukarı Köprüçay Havzasında büyüklü küçüklü onlarca köy bulunuyor. İşte bu köylerden biri olan Darıbükü’nde yaşayan Hasan Demir, 1914 yılında, tam da savaşın ortasında gözlerini açtı dünyaya. Yedi yaşındayken babasını kaybedince annesi yakın köyden bir başkasıyla evlendi. O annesiyle gitmedi. Bir süre yakınlarının yanında yaşadı. Ancak o uzakları düşlüyordu. Yaşadıkları onu hızla büyüttü. Gözü dağlardaydı. Elma deresi denilen bölgeye gitti. Dedesinden kalan mendil kadar tarlayı sürdü ve buğday ekti. Buğdaylar topraktan çıktığında daha da büyüdüğünü anladı. Artık yaşayacağı yeri seçmişti.

Hasan Demir, Elma deresinin yamacındaki düzlüğe, aynı derenin taşlarından bir ev, karşısına da bir bahçe yaptı. Dünyanın en güzel eviydi. Dere taş getirdi bahçesinin kenarlarını duvarla ördü. Dere ağaç getirdi, çitle çevirdi. Dere su getirdi, toprağı suladı. Güzle’nin yaşlı, kurumuş ağaçlarından bir köprü yaptı, Elma deresiyle evini, eviyle bahçesini birbirine bağladı. Hasan Demir biraz daha büyüdü…hasan-dayı

Elma deresinin kıyısında bir dünya kuruldu. Torosların bereketli coğrafyasında, Yukarı Köprüçay Havzasının tam ortasında saklı bir cennet. Hasan Demir de o cennetin Adem’i. Havva’sını bulması uzun sürmedi. Evlendi. Çocukları oldu. Çocuk yetiştirir gibi ağaç yetiştirdi. Al yanaklı elmalar, altın sarısı armutlar, salkım salkım asmalar, dutlar, kirazlar, ayvalar… Doğanın dilini çabuk çözüyordu. Toprağı, ağaçları dinliyor, arılarla kuşlarla konuşuyor, sincaplarla dost oluyordu. Karısıyla kaderleri bir yerde ayrıldı. Karısı öldü. Karısını da, acısını da toprağa gömdü. Köyden yarım günlük yol boyu uzaktaydı. Ancak o yarım asra yakın köye gitmedi. Nazım’ın şiirinde anlattığı, “Topraktan öğrenip, kitapsız bilenlerdendi.” Topraktan öğrendiklerine yenilerini ekledi. Ziyaretine gelenlerden tek bir şey istiyordu; yalnızca tek bir tohum. Fasulye, buğday, şeftali ya da susam. Ne olursa. “Tek bir tohum getirin gittiğiniz yerden bana” diyordu. Askere gidenlerden, gurbete gidenlerden, giden herkesten tek bir tohum. Nasıl olursa…

Hasan Demir tohumlar geldikçe daha da büyüdü. Gelen tohumları Elma deresinin kenarındaki bahçesine ekti. Pırasa, havuç, lahana, turp, çilek, aklınıza ne gelirse. Elma deresinin suyuyla dünyanın en lezzetli sebzeleri çıktı topraktan. Yaşlı meşelerden karakovan yonttu, içini arılarla doldurdu. Terazi, düven, yaba, kaşık…

Yaşlı karaağaçlardan yaşamını yonttu. Doğadan öğrendikleriyle acıyı bal eyledi. O bir yaşam ustasıydı. Yaşayarak ustalaştı. Dağların ve suların dilini kendi diliyle birleştirdi. Aynı dili konuşmaya başladıklarında, o dille dünyanın en eski kitabını yazmaya başlamıştı; kendi kendine yetmenin kitabı. Yazdıkları giderek bir ansiklopediye dönüştü. A’dan Z’ye her maddesi için söyleyecek sözünün olduğu bir yaşam ansiklopedisi.hasan-dayi

Kendi kendine yetmeyi öğrenen Hasan Demir, ürettiklerinin başkalarına da yetebileceğini düşündü. Düşündüğü gibi de oldu. Havuçlarını, çileklerini, elmalarını tadanlar bir daha vazgeçemediler. Hele de o dillere destan domatesler. Etraftaki köylerde adı çoktan konuşulmaya başlanmıştı. Güldallı, Darıbükü, İbişler, Kasımlar, Kesme, Kartoz, İncedere…

Adı köylerde anıldıkça biraz daha büyüdü Hasan Demir. Artık herkes ondan ‘Hasan Dayı’ diye söz ediyordu. Soyadını herkes unuttu. Kendisi bile. Bölgedeki köylerden gelen kadınlar, adamlar, çoluk çocuk herkes yarım günlük, bir günlük yolu katedip Hasan Dayı’nın Elma deresindeki bahçesine koşuyor, her türlü ihtiyacını karşılıyordu. Yeşilçam filmlerinde bolca kullanılan “Kasabaya alışverişe gidiyorum” repliklerini tersine çevirmişti Hasan Dayı. Kasaba O’na, dağ başına alışverişe geliyordu. Ektiği sebze- meyvelerin kendi ihtiyacı dışında kalanlarının bir kısmını taze olarak satıyor, kalanını ya kurutuyor, ya da toprağa gömerek kış için ayırıyordu. Ne bir buz dolabı ne de bir depo. Doğayla aynı dili konuşarak yazdığı ansiklopedinin sayfalarını çeviriyor, hangi sebzeyi nasıl kurutacağını, hangi meyveyi nasıl toprakta saklayacağını eliyle koymuş gibi buluyordu. Hasan Dayı ürettiklerini depolamak için kuyular kazdı. Yüzlerce kilo sebzeyi kış boyunca bozulmadan, donmadan korumanın yollarını geliştirdi. Kentte sebzeler ancak mevsiminde tüketilirken, Hasan Dayı yılın 12 ayı taze sebze bulunduran bir büyücüye dönüşmüştü…

Hasan Dayı’nın Elma deresinde kurduğu dünyadaki krallığı tam 79 yıl sürdü. Kırk yıl zorunlu haller dışında hiç köye inmedi. Kırk yıl zorunlu haller dahil bütün köylüler O’na gitti. Yedi yaşında bir öksüz olarak başladığı yaşamla olan mücadelesini, doğayla aynı dili konuşarak kurduğu dünyasında kimseye muhtaç olmadan, ‘ihtiyaç olunan’ olarak tamamladı.

Hasan Dayı, 1993 yılında Elma deresinin yamacındaki evinde öldü. Küçük evinin verandasından seyrettiği Elma deresine veda ettiğinde 79 yaşındaydı. Elma deresi yoldaşını, derenin kavuştuğu Yukarı Köprüçay Havzası da bir yaşam bilgesini kaybetmişti.

Torosların kendi kendine yetme ustasının yokluğu asla unutulmadı.

Yusuf Yavuz  tarafından yazılan aynı adlı makaleden kısaltılarak eklenmiştir.

Gezginler

 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir